Allah ile Aramıza Girenler Konusu!


Açıklama: "Allah ile kul arasına kimse giremez!" Diyenler ayet ve hadislerin farkında mı?
Kategori: Tasavvuf
Eklenme Tarihi: 03 Ocak 2012
Geçerli Tarih: 28 Mart 2024, 22:57
Site: Kadiri Hüsamiler Web Sitesi..
URL: http://www.husamiler.org/detay.asp?icerikID=98


Birçok insana,”gel bir mürşide bağlan, tevbe et, tasavvuf terbiyesine gir, insan tek başına terbiye olmaz, yalnız olarak din güzel yaşanmaz” dendiği zaman, hemen şu sözle karşılık verirler: “Allah ile kul arasına kimse giremez!”  Bu söz, söyleniş amacına göre farklı sonuçlar doğurur.

 Tasavvufa itiraz edenlerin çoğu, tasavvuf yoluna girenlerin Allah ile aralarına çeşitli kimseleri koyduğunu, bir mürşide bağlanmakla şirk tehlikesine düştüklerini, kendilerinin ise böyle bir tehlikeden uzak olduklarını anlatmaya çalışırlar. Acaba işin gerçeği böyle midir?

“Allah ile kul arasına kimse giremez” sözünün geçek manası bilinmez ve yerinde kullanılmazsa fitne olur. Fayda değil, zarar verir. Bu zarar imana dokunur, dini zedeler, din kardeşliğini sarsar, cemaat ruhunu öldürür, edebi ortadan kaldırır.

Bu söz, söyleniş niyetine göre farklı sonuçlar doğurur. Eğer “ben Allah’a kullukta önümde kimseyi istemem, peygamber, kitap, alim, mürşid tanımam, istediğim gibi kulluk yaparım, keyfimce ibadet ederim” manasında söyleniyorsa, söyleyeni dinden çıkarır. Daha doğrusu böyle düşünen kimse küfür, isyan ve gaflet içinde kalmış demektir. O hak dine girmemiştir ki, çıkmış olsun.

Eğer, “ben Allah’a giden yolda Allah’ın Peygamberi ve Kitabı ile yetinirim, onlar ne diyorsa onu yaparım, başka kimseyi kabul etmem, alimlere bakmam, velilere bağlanmam, mezhepler beni ilgilendirmez, dini kendi anladığım gibi yaşarım” manasında söylenmişse, insanı sorumlu eder, işini zorlaştırır, sonu tehlikelidir. Çünkü arada alimler olmadan kendi başına dinin öğrenilmesi, anlaşılması ve yaşanması nasıl mümkün olacaktır?

Kur’an ve Sünnet, Allah rızası için hak yolda cemaat olmayı, cemaatın başındaki imama itaat etmeyi, topluca Allah’ın ipine sarılmayı, hep birlikte tevbe etmeyi, bilmediklerimizi alimlere sormayı, takva ve iyilikte yardımlaşmayı, bunun için Allah’ın sadık kulları ile beraber olmayı açıkça emretmektedir. Dinin hükmü bu iken, bir mümin hangi delil ve mantıkla bana bunlar gerekmez diyebilir? Dese bile bunun Allah katında ne kıymeti olabilir?

Eğer bu söz, “Allah benim her halimi görüyor, biliyor, sözümü işitiyor, niyazımı dinliyor. Ben namazda, secdede, zikirde, duada ve tevbede kalbimi Rabbim’e bağlarım, gönlüme kimseyi koymam, kimseden bir şey beklemem. Benim korkum, sevgim, niyetim, hedefim sadece Allah’tır” manasında söyleniyorsa, ne güzel! Doğrusu budur, böyle olması lazımdır. Zaten bütün peygamberler kalbi dünyadan çekip Allah’a bağlamak için gelmişlerdir. Onlara vâris olan alimlerin ve kâmil mürşidlerin işi de budur. Buna ‘Allah adamı’ olmak denir. Kalbin bütün varlıklardan çekilip sadece Yüce Allah’a bağlanması kolayca elde edilecek bir nimet değildir. O tam bir hürriyyet halidir ki, arifler o hali elde etmek için nefisleri ile bir ömür mücadele vermişlerdir.

 

O'nu Anlatan Ayetler

Yüce Allah, insanın önüne zatını tanıtacak sebepler koymuştur. Bu sebeplerin her biri bizi O’na götüren bir delil, O’ndan bize haber getiren bir ayettir. Yüce Rabbimiz varlığına bir delil ve tecellilerine ayna olsun diye kainatı yaratmıştır. Kendisine giden yolu tarif etmesi için peygamberler göndermiştir. Ayrıca emir, hüküm ve muradını öğretecek kitaplar indirmiştir. Bunların yanında insana yaratanı tanıyacak kalp, kainata ibretle bakacak göz, peygamberin davetini anlayacak akıl, kitapların hükmünü uygulayacak beden vermiştir. Bütün bunlar, Allah’a giden yolda kula yardımcı vasıtalardır.

Hz. Muhammed A.S. Efendimiz ile peygamberlik son bulmuş, fakat mükellefiyet ve ibadet devam etmektedir. Bu iş kıyamete kadar da sürecektir. Akıllı olup büluğa eren herkes, Yüce Allah’ı tanımak ve O’na güzel kulluk yapmakla yükümlüdür. Allahu Tealâ son peygamberini göremeyenleri kendi hallerine bırakmamıştır. Onları hak yola davet edecek, kendilerine bilmediklerine öğretecek, ilâhî ahlâkı yaşamada yol gösterecek, örnek olacak, destek verecek rabbanî alimler yaratmıştır.

Şimdi Allah ve Rasülü’nün bu alimleri bize nasıl tanıttığını ve onların Rabbimiz’le bizim aramızda ne görevler yaptığını görelim.

Allahu Tealâ, insanı yeryüzünde kendisini temsil edecek bir halife olarak yaratmıştır (Bakara/30, Fâtır/39). Bu halifelik vasfını hakiki manada taşıyanlar, insanlar içinde Yüce Allah’ın hükümlerini icra eden, onları yaşayan, diğer insanlara öğreten peygamberler ve kâmil insanlardır, Kâfir ve fasıklar bu şereften mahrumdurlar. Onlar Allah’ın halifesi değil, nefislerinin kölesidir. Allahu Tealâ, küfür ve isyanla nefislerine zulmedenlerin bu vazifeyi üstlenemeyeceğini bildirmiştir. (Bakara/124)

Allahu Tealâ, bilmediğimiz şeyleri alimlere sormamızı emretmektedir (Nahl/43, Enbiya/7). Rabbanî alimlerin en belirgin sıfatları, zikir ehli olmaları ve Allah’tan gerçek manada ittika etmeleridir (Nur/37, Fatır/26). Cenab-ı Hak, zikirden gafil ve edebi bozuk olan kimselere uyulmamasını emretmiştir. (Kehf/28)

Allahu Tealâ gerçek alimleri yüce varlığını, birliğini ve dinini ispat eden birer şahit yapmıştır (Âl-i İmran/18). Kendisine yönelen ve hidayet üzere giden salihlere uyulmasını istemiştir (Yasin/21, Lokman/15). Takvaya ulaşmak için sadık kulları ile beraber olmayı emretmiştir. (Tevbe/119)

Allahu Tealâ gerçek alimleri Hz. Peygamber A.S.’dan sonra “ulü’l-emr” olarak tanıtmış ve din işlerinde kendilerine uyulmasını emretmiştir (Nisa/59). Ulü’l-emr, hüküm sahibi, din işinde yetkili, sözü geçerli kimse demektir. Halkı hak üzere yöneten adil idareciler ve Allah’ın dinini ihya eden alimler ulü’l-emrdirler.

Kur’an’da bazı insanlar “imam” vasfıyla tanıtılmışlardır. İmam, kendisine uyulan insan demektir. Bu imamlar, peygamberlerin dışındaki salih insanlardır. Onlar, Allah yolunda güzel kulluk yapmaya sabretmelerinin bereketine imam yapılmışlar ve Allah’ın izniyle insanları doğru yola sevk etme derecesine ulaşmışlardır. (Secde/24)

Görüldüğü gibi, Allahu Tealâ, peygamberlerden başka bazı kullarını diğer kullarına imam ve rehber yapmıştır. Onlar, Allah ile kullar arasında çok ciddi bir görev yapmaktadır. Allah dostları insanlara yeni bir din getirdiklerini söylemiyorlar ki, tehlikeli olsunlar. Onlar, gerçek İslâm nasıl yaşanır, onun derdindeler. Derdi dünya olanlar zaten bizim konumuz dışındadır. Böyle İnsanlar kendilerine uyulacak rehberler değil, hallerine ağlanacak manevi hastalardır.

Hadislere baktığımızda, önümüze yine gerçek din alimleri çıkmaktadır. Rasulullah A.S. Efendimiz, kendisinden sonra ümmetinin sevk ve terbiyesini üstlenen halifelerin bulunacağını, bunların adetlerinin çok olacağını, kıyamete kadar bu işin devam edeceğini, her devirde dini canlandıracak, insanlara örnek olacak bir grubun mevcut olacağını bildirmiştir. Ayrıca ümmetini tek başına kalmaktan sakındırmış, Allah yolunda cemaat olmayı ve cemaatın önlerindeki imama samimi olarak tabi olmayı şiddetle tavsiye etmiştir. Bu konudaki haber ve emirler, sahih hadis kitaplarında genişçe yer almaktadır. Efendimiz A.S., özellikle namazda en alim ve salih olanların cemaata imam olmasını emretmiş ve sebebini şöyle açıklamıştır;

“Şüphesiz alimler, sizin ile Rabbiniz arasında elçilik görevi yapmaktadırlar.” (Hakim, Tebaranî, Heysemî). Hadis, açıkça Allah ile kullar arasına alimlerin girdiğini ve önemli görev yaptığını ifade etmektedir.

Bütün bunlardan şunu anlıyoruz; Allahu Tealâ kendisi ile aramıza peygamberlerini ve alimleri koymuştur. Bunu kendi ihtiyacından değil, insanlara merhametinden yapmıştır. Böylece insanların Yüce Allah’a giden kulluk yolu açılmış, işleri kolaylaşmıştır.

Kâmil mürşidler yeryüzünde Allah’ın halifesi, dostu, davetçisi ve dininin bekçileridir, Onlar, Hz. Muhammed A.S. Efendimiz ile kainata gönderilen rahmete, ilme, edebe ve ilâhî sevgiye vâris olmuşlardır. Onlar insanları terbiye işinde ulü’l-emrdirler, takva yolunda imamdırlar, zikirde rehberdirler, tevbede şahittirler, güzel ahlâkta örnektirler. Onlar, insanları kendilerine değil, Allah’a davet ederler; nefislerini değil, Mevlâ’yı yüceltirler.

İrşad yetkisini halktan değil, Hak’tan alırlar.

Kâmil mürşid, kendisine tabi olan kimseyi Allah’a yaklaştıracak ve sevdirecek amellere sevk eder. Onu gerçek imana, ihlâsa, ibadete, zikre, tevekküle, kaza ve kadere teslimiyete, sünnet üzere amele ve hizmete yönlendirir. Kendisi bu yolda örnek olur, destek verir. Hiçbir zaman, hiçbir halde mürşide ibadet edilmez, sadece Allah yolunda itaat edilir.

 

Allah İle Kul Arasındaki Gerçek Engeller

Hak yolunda kulun en büyük engeli kendi nefsidir. Manevi kirlerden temizlenmeyen nefis, Yüce Allah’tan perdelidir, taattan uzaktır, ilâhî sevgiden mahrumdur. Bu hüküm her devirde geçerlidir. Azgın nefis insanı öyle esir alır ki, Yüce Allah’ı bıraktırır kendisine kulluk yaptırır

 “hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi görmedin mi?” (Casiye/23) ayeti, nefsin ne derece azdığını ve onun elindeki insanın ne kadar alçaldığını göstermektedir. İnsan imanı ve dini için korkacaksa, kendi nefsinden korkmalıdır. Bütün ömrünü nefsi ıslah etmek için harcayan Allah dostlarını Allah yolunda perde görmek veya göstermek de, bu azgın nefsin bir vesvesesi, şeytanın hilesidir. Çünkü mürşid, kötülüğü emreden nefis ve şeytanın düşmanıdır.

Nefsin en kötü huyu benliktir. İnsanı şirke düşüren nefsidir. Şirki nefse güzel gösteren şeytandır. Şirk, yaratılmış varlıkları Yüce Allah’a ortak görmektir. Şirk Allah için yapılacak bir ibadeti başkası için yapmaktır. Şirk, Allah’a ait yetki ve sıfatları kullara vermektir, Şirk, tevbe edilmezse affedilmeyen bir günahtır.

Riya, Allah için yapılacak bir ibadeti veya işi insanlar görsün, sevsin ve övsün diye yapmaktır. Allah Rasulü A.S., bu ümmetin güneşe, aya, puta, taşa, insana tapmayacağını, fakat Allah rızasını unutup, insanlar için amel ederek dinlerini mahvedeceklerini bildirmiştir. (Hakim, İbnu Mace)

İnsan ile Rabbi’nin arasındaki en büyük perdelerden birisi de kibirdir. Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse, ondan temizlenmeden cennete giremeyecektir

Bir diğer perde hasettir. Haset, insanda hayır bırakmayan bir hastalıktır. Ateşin kuru odunları yakıp kül ettiği gibi, haset de insanın yaptığı hayırlı amelleri yakmaktadır. Dünya sevgisi, gaflet, yalan, ibadetine güvenme, tevbeyi terk, Allah’ın takdirine karşı gelme gibi nefsin öyle hastalıkları vardır ki, her birisi hak yolunda ayrı bir yol kesicidir, perdedir, tehlikedir. Kesin tevbe edilmeyen bütün günahlar, Allah ile aramıza girmiş düşmanlardır.

Allah ile insanlar arasına girip hak yolu tıkayanlardan birisi de dini dünyaya alet eden, menfaati için ayet ve hadislerin kesin hükümlerini değiştiren din adamlarıdır. Din adına korkulacak en tehlikeli insanlar bunlardır, insanın Allah’a giden yolunu kesen de onlardır. Ehli olmadığı halde şeyh gözüken sahtekârlar da bu gruba girerler.

Allah ile kulların arasını açanların birisi de kötü arkadaştır. İnsan suretinde gözüken öyle şeytanlar vardır ki, insanı dinden imandan ederler. Hadiste belirtildiği gibi, her insan sevdiklerinin gidişatı üzere hareket eder. Öyleyse herkes kimleri sevdiğine iyi bakmalıdır.

 

 

ALLAH İLE KUL ARASINA GİRENLER

 “Allah ile kul arasına kimse giremez” diyenler ya ne dediklerini bilmiyorlar, ya da gerçek niyetlerini gizliyorlar.

Ama eğer bu sözü, kula kul olunmaz, insan insanın günahını bağışlayamaz, hiç kimse dini tekeline alamaz anlamında söylüyorlarsa ne alâ.

Ama eğer kâmil mürşidleri tenkit için söyleniyorsa, bilinmelidir ki bu sözü söyleyen kişi, bir mürşidin terbiyesi altına girerek, tövbekâr olup dünyada kemale, ahirette Rabbinin cemaline ulaşmak isteyenlerin yolunu kesiyor demektir.

Böylece, asıl bu sözün sahibi Allah’a ulaşmak isteyenin yolunu kesmiş ve Allah ile kul arasına girmiş olmuyor mu?

 

Doğduğumuz günden bu yana dünyayı seyrederiz, nimetlerini yer sularını içeriz. Ah dostum vah postum diye inleriz. Peki gördüklerimiz nedir? Sevdiklerimiz kimdir? Hasretimiz niçindir?

Bizler nereye baktı isek Yüce Mevla’yı mı gördük? Hangi nimete el attı isek içindeki tesbihi mi duyduk? Kimi sevdi isek ilahi bir haz mı aldık? Neyin peşine düştü isek onun rehberliği ile Mevlâ’nın huzuruna mı vardık? Canımız O’nunsa, niçin gönlümüzü başkasına açtık? O bize şah damarımızdan daha yakınsa, biz O’ndan nasıl ayrı kaldık? Allah aşkına, nereye takıldık, kime aldandık?

O her zaman bizimle oldu, ama biz hiç farkında olmadık. O hep bize nazar etti, fakat biz hiç O’nun cemaline bakamadık. O bizi sevip yarattı, ama biz O’nun sevgisini hiç tadamadık. Yoksa bir arifin dediği gibi, Yüce Rabbimiz zuhurunun şiddetinden gizlendi de onun için mi zatını müşahede ahirete kaldı? Peki: “Allah’a giden yol iki adımdır. Birinci adımını nefsinin üzerine bas, ikinci adımında O’nun huzurundasın” diyen gönül ehline ne demeli?

Şimdi, daha çok ehl-i dünyanın diline doladığı ve ehlullahın aleyhine olumsuz bir delil olarak kullandığı “Allah ile kul arasına kimse giremez!” sözünü, biraz açalım. Ama önce şu gerçekleri bir hatırlayalım:

Rasulullah (A.S.) Efendimiz’in şu nurlu beyanı çok önemli:

“Allah zatını nur ile perdeledi. Eğer cemalini açsaydı bütün mahlukatı yakardı.” (Müslim, İbnu Mâce) Rabbimiz cemalini mümin dostlarına ahirette gösterecektir. Kendilerine o imkanı ve kabiliyeti orada verecektir. Burada yani dünyada zatının görülmesini değil, bilinmesini ve kendisine kulluk edilmesini istiyor. Dünya iman ve itaat yeridir.

Allahu Tealâ zatını sıfatlarıyla gizlemiştir. Sıfatlarının zuhurunu tecellileriyle göstermiştir. Tecellilerini kainat üzerinde sergilemiştir. İnsana da kainatta sergilenen bu ilahi tecelli ve sanatı okuma ve anlama görevi verilmiştir. Bu anlayışın imana, imanın da sevgiyle itaata götürmesi istenmiştir.

Allahu Tealâ kul ile kendisi arasına alemi koymuştur ve alemi zatına ayna, insanı bu aynaya cila yapmıştır. Cilasız ayna bir şey göstermiyeceği gibi, insansız dünya da bir şey ifade etmez. İnsan deyince, Yüce Yaratıcıya aşık ve kalbi hakikate açık insan-ı kamil kasdediliyor. Yoksa, sırf midesine ve şehvetine esir olmuş dünya aşıkları, ne Mevlâ’yı ne de dünyayı gerçek olarak tanıyabilirler. Bu aleme bakarlar ama bakarkör olarak kalırlar.

İnsan ruh yönüyle mükemmel olduğu kadar, nefis ve his yönüyle çok zayıf olduğu için, Allahu Tealâ ona güzel kabiliyetler yanında özel destekler de vermiştir. Onu önce akıl, ilim, hafıza, şuur, tefekkür, sevgi, ilahi aşk gibi nurani cihazlarla donatmıştır. Sonra, her devirde onları Allah’a ve tevhide çağıracak, önlerinde rehberlik yapacak peygamberler göndermiştir. Peygamberlerini bile melekler ve kitaplarla takviye etmiştir. Böylece Allahu Tealâ insana büyük bir lütufta bulunmuş, onu kendi nefsi ve dünyasıyla baş başa bırakmamıştır.

Cenab-ı Hakk kendisine gelmek ve sevilmek isteyene, Peygamberinin elinden tutmasını şart koşmuştur. (Âl-i İmran/31) Hz. Peygambere hiç yanaşmayanın kâfir (Âl-i İmran/31), şeklen yanaşıp da aslen inanmayanın münafık olduğunu belirtmiştir. (Bakara/7-16) Tarih boyunca küfre ve şirke girenler, peygambere itaattan çıkan kimselerdir. Kendi başına kalanlar ve nefisleriyle yol alanlar, Allah’a değil, azaba ulaştılar. Hürriyet, medeniyet diyerek haramlara bulaştılar.

Allahu Tealâ’nın huzuruna hazırlamak ve rızasına ulaştırmak için insanlığın önüne Hz. Rasulullah (A.S.) Efendimiz kondu ve bütün kullar onun adımlarını takip etmekle emrolundu. Bizler Allah’a imanı ondan öğrendik. İbadeti, zikri, edebi, hizmeti, Allah için sevgiyi ondan gördük. Rabbimizi ve kendimizi onunla tanıdık. Kainat, ahiret, ruh, melek, akıl, hayat, ölüm gibi sırlı ve saklı şeylerin üzerindeki sır perdesini O açıp bize gösterdi. Vallahi eğer Allahu Tealâ onu önümüze, sevgisini gönlümüze koymasaydı, bizler tam bir şaşkınlık ve karanlık içinde kabre varacak ve ancak ölümle uyanacaktık. Onun elini bize uzattıran ve ona itaatı kendisine itaat sayan Allah’a hamdolsun.

“Allah ile kul arasına kimse giremez” diyenler, ne demek istediklerini ya bilmiyorlar veya gizliyorlar. Bilmiyorlarsa, meselenin yukarıda özetlediğimiz gibi olduğunu bilsinler ve bu sözü bir daha asıl manasının dışında söylemesinler.

Eğer bu sözü, ‘kimse Allah adına konuşamaz, insan insanın günahını bağışlayamaz, kula secde yapılamaz, abid Mabud olamaz, kendi keyfiyle kimse ortaya din koyamaz, birileri dini tekeline alamaz’ manasında söylüyorlarsa, bu doğrudur. Fakat sözün söyleniş biçimi yanlıştır. Bu söz bu şekilde söylendiğinde, Allah tarafından insanlığa gönderilmiş bütün peygamberler ve onların davetini tebliğ eden bütün alimler hükmün içine girmekte ve insan nefsine terkedilmektedir. Böyle olunca, onun basit bir hata değil, büyük bir cinayet olduğunu azıcık imanı ve birazcık insafı olan herkes bilir.

Ayrıca bu sözün altında şu mana gizlidir: Bana kimse karışmasın; benim dinim imanım kendi vicdanımdır. İstediğim gibi inanır, dilediğim gibi yaşar, tercih ettiğim çizgide keyfimce koşarım. Lütfen kimse bana müdahale etmesin. Bu anlayış da büyük bir felakettir.

 

Asıl Yol Kesiciler

Bazıları da bu sözü, kamil mürşidleri tenkid için söylerler. Onların elinden tutup terbiyesine girerek dünyada kemale, ahirette cemale ermek isteyen kimseleri güya uyarmak isterler ve: “Allah ile arana kimseyi sokma, kendi aklını kullan, tevbeni kendin yap, senin gibi olan birisine el verme, boyun eğme, hürriyetini yitirme, aklını kiraya verme” derler. O akıllı dostlar, bu nasihatlarıyla, kendilerini ciddiye alan kimseyi ciddi bir tehlikeye ittiklerini; aslında Allah’a yönelmek isteyen bir kulun yolunu kestiklerini, yani Allah ile kulun arasına kendilerinin girdiklerini hiç düşünmezler. Bu davranışları ile onları Allah’ın dostu olan bir mürşidin ocağından kaçırıp, Allah’ın düşmanı olan şeytanın kucağına attıklarını bilmezler.

Hiç bir peygambere ve onların davetini yürüten mürşidlere tapılmaz, onlara sadece Allah yolunda tabi olunur. Onlara el açılmaz, el verilir, Allah yolunda ellerinden tutulur. Onların nazar ve nezaretinde yol alınır, Allah rızası aranır. Mürşidlerin, müridlerini Allah’ın huzuruna nasıl hazırladıklarını ve terbiyenin sonunda kulu Rabbine teslim edip aradan nasıl çıktıklarını inşaallah gelecek sayımızda işleyeceğiz.

Dr. Dilaver Selvi