| ||||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||||
GALERYSİTEDE ARASON YORUMLANANLARSİTEMİZE ZİYARETLER!
|
Tasavvuf Âlemi - Dünya Âlemi14 Kasym 2010, 23:24 ihsan Kaya Tasavvuf Âlemi - Dünya Âlemi hakkında güzel bir makale.. Tasavvuf, sıfat değiştirmektir. Dinimiz her yapılan amelin salih ve güzel olmasını istiyor. Ve her bir amelde güzel sıfatlar kazanamamızı ister. Bu hadise namazda, oruçta ve hacdaki amellerde de geçerlidir. Bütün ibadetler nefsin kemalâtını tahakkuk ettirmek içindir. Nefsin sıfatlarının değişmesi, nefsin içindeki çirkin vasıfların değişmesine tâbidir. Mesela nefsin çirkin sıfatlarından kibir yerine tevazu, hırs yerine kanaat, yalan yerine sadakat getirilmelidir. Günahların şerrinden kurtulmadıkça ibadetlerdeki ihlâsı/samimiyeti bulmak mümkün olmaz. Nefsin yaratılmasının sebebi ve hikmeti vardır. İnsanda nefis olmasaydı, insan melek olurdu. Melekte nefis olmadığından gazap, şehvet, kin, haset gibi özellikler de yoktur. Melekler her zaman ibadet içerisindedir. Ve bundan sonsuz bir lezzet alırlar. Biz ibadetlerden neden usanıyoruz? İşte nefsimizin çirkin sıfatları olduğundan bıkıyoruz. Çünkü nefis, sûre-i Yusuf’ta da bildirildiği gibi alabildiğine kötülük ister: (Sf.39) “Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis –Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yusuf, 12/53) Kötülüğü emretmek nefs-i emmarenirı sıfatıdır. Mürşid eli tutan emmareden levvameye geçer. Nefs-i levvame demek, yaptığı kötülük ve işlediği günahlardan nefret eden nefis demektir. Levvameye yükselen nefis tövbe etmek ister. Tövbe de günahtan uzaklaştırır. Günahların terki ise kalpteki çirkin sıfatları kaldırır yok eder; kişiyi ibadet ve taate götürür. Nef’s-i mülhimeye giren insan ise amel eder ama vesveseden kurtulamaz. Vesvese, Allah’ın azametine teslim olmaya aykırıdır. Nefs-i mutmainneye giren kimseye “irciî/Rabbine dön” lafzıyle cennet müjdesi verilir: “Ey gönül huzuruna ermiş ruh! Sen Rabbinden razı, O senden olarak dön Rabbine! Sen de katıl has kullarımın içine, gir cennetime! (Fecr, 89/27-30) Artlk O kişi: “Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır”(Mücadele, 58/22) mealindeki ayette zikredilen salih müminlerden olma muhatabına erenlerden olur. Nefs-i râzıye evliya-i kirâmın, nefs-i marziyye ârifibillahların, “nefs-i saliha ise nebilerin, resullerin nefsidir. Şu halde, nefis kemalâta ermeye uygun yaratılmasaydı, Allah insana ibadeti, taati emretmezdi. Nefsin sıfatları değişmedikçe ilimden ve nasıhatten menfaat görülmez. Allah Resulü (s.a.v), (Sf.40) “Din nasihattir”4 buyurmakla dikkatimizi samimi olmaya/nasuh olmaya/nasihat dinler olmaya çekmiştir. Bir kimse nasihatleri dinliyor ama kötü fiillerini düzeltmiyorsa, o nasihat dağ üstüne yağan yağmur tanecikleri olur. Susuzluğa fayda vermez ve üstünde mahsul bitirmez. Gönülde mahsulün bitmesi ise nefsin temizlenmesine bağlıdır. Bediüzzaman Said Nursî hazretleri Mesnevi-i Nuriye’de sofinin mesleğinin zikir olduğunu, nefsin çirkinliklerinden sıyrılıp ahlâk-ı hami-deye geçmeye sebep olacağını bildirmektedir: “Ey aziz olan kimse, bil. Zikreden adamın ilâhî feyizleri çeken muhtelif mânevî güzellikleri (latifeler) vardır. Bunların bir kısmı kalp ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı ise şuursuzdur. Gaflet ile yapılan zikirler bile, bu ilâhî feyizden mahrum kalmazlar.” Onun için kardeşler, tasavvufta sofi illâ zikir sahibi olmalıdır ki Allah’ın feyzini çeksin. “Cenab-ı Hak insanı pek acayip bir sûrette yaratmıştır. Kesretin içinde vahdeti, terkip içinde besâtet, cemaat içinde ferdiyeti vardır. İhtiva ettiği aza, havas ve letaifin her biri için müstakil lezzetler, elemler olduğu gibi; eğer insan ubudiyyet/Allah’a kulluk yoluna girerse bütün lezzetler, nimetler, kemalâtlar nevilerine göre bu hukuktan müteessir olur/hisse alır. Ve keza eğer enaniyet yolunu takip ederse her çeşit elem ve ıstıraba mahal olmaya müstehaktır.” “İnsanın letaifleri birbirinin nuraniyetine bağlıdır. Allah’ın birliğini hakkıyla bilen muhabbet-i ilâhîyeye girer. Hakkıyla itaat eden huzur-ı ilâhîyi bulur. Dervişin anahtarı, yolunun rehberi kelime-i tevhide devam etmektir. Bu zikir, kalbi pek çok şeye bağlayan ipleri kırar. Kalbi çok şeylere bağlayan ipler sayısızdır. Bu ipler, dünyadaki tüm varlıkların sayısı kadar bile çoktur.”5 (Sf.41) Şu halde her bir şeye gönül bağlayan kimse, onların peşinden koşup gitmeye takat getiremeyeceği gibi böyle bir kimsenin nefsinin ıslaha ulaşması da mümkün olmaz. Kelime-i tevhid zikrinin “tarikat-ı Nakşibendiyye”de defalarca çekilmesi Allah’ın gayrındaki boş ipleri çözmek içindir. Bediüzzaman hazretleri buyurmuş: “Ey aziz olan kimse bil. Tohum olacak bir habbenin kalbi yani içi delindiği zaman elbette sümbüllenip neşvü nema bulamaz. Şu halde ene tabir edilen enaniyetin kalbi ‘Allah Allah’ zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse büyük gafletle firavunlaşmaz. Her şeyi yaratan Allah’ a isyan edemez. Bu ilâhî zikir sayesinde ene/benlik/nefis mahvolur. İşte Nakşibendîler zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî/gizli zikir sayesinde kalbin mânevî fethiyle enaniyet mikrobunu öldürmeye, şeytanın emirberi olan nefsin emmaresinin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Keza Kadirî Tarikatının mensupları zikr-i cehri (açık zikir) sa .esinde tagutlarını tarumar ederler.”6 Aynı eserin başka bir yerinde ise şöyle deniliyor: “Senin ömründe çok büyük, çok korkunç meseleler vardır; bunlar insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder. Birincisi ölümdür; insanın dünyadan bütün sevdiklerinden ayrılmasıdır. İkincisi ise, dehşetli ve korkulu memleketine yolculuktur. Üçüncüsü de ömür az, sefer uzun, yol tedariki ise yoktur, kuvvet ve kudret yoktur, mutlak âcizlik gibi elemlere maruz kalınır. Öyle ise bu gaflet ve nisyan nedendir? Deve kuşu gibi başını unutkanlık kumuna sokmuş, gözüne gaflet gözlüğünü takmış, Allah se- görmesin veya sen O’nu görmeyesin diye! Ne vakte kadar bu gaflete devam edeceksin? Evet, bu gaflet insanın nefsinden neşet eden bü-bir tehlikedir. Onu muhakkak hissetmek lazımdır.”7 Şunu unutmamalıdır ki bu güneş, azametiyle musahhardır. Meskenlerimize nur verir. Yemeklerimizi hararetiyle pişirir. Sizin öyle azim, rahim bir malikiniz var ki bu güneş onun bir lambası olup misafirhanesinde misafirleri aydınlatmaktadır. (Sf.42)Güneşin esrarını asırlarca kimse bilememiş, büyüklüğünü hesap etmişler ancak yakıtını bulamamışlar. Güneşin azim ışığına, hararetine, büyüklüğüne bakıp hesap etmişler. Güneşin büyüklüğü dünyanın bir milyon üç yüz bin katı. İçine o kadar yakıt doldursalar, bu kadar senede yanar biter. Güneşin enerjisi niye bitmiyor? Atom bombası hadisesinden sonra anlamışlar ki bu enerji hidrojenin helyuma dönüşmesiyle ortaya çıkmaktadır. Şu halde güneş, dünyamızı aydınlattığı gibi semavatta milyarlarca güneş ve milyonlarca Samanyolu galaksileri bulunmaktadır. Güneş, Samanyolu galaksisinde saniyede 285 kilometre hızla gider ve kendi etrafındaki gezegenlerle beraber bir geçtiği yerden bir kere daha geçmiyor. İnsanoğlu bu güneşin azametiyle musahhardır. Güneşin nice faydaları vardır; saymakla bitmez. Halbuki bizim öyle bir Hâlık-ı Rahi-mimiz var ki güneş onun yanında bir lamba gibidir. Eğer müspet ilimle bakarsak, güneşin içinde yanma hadisesi vardır. Mükevvenat/bütü-nüyle kâinat yalnız maddî âlem değildir. Yeri de göğü de yaratan Allah, her şeyi bir azamet, bir hikmet tahtında donatmıştır. “Şu halde ey aziz olan kimse! İnsanın Cenab-ı Hak’tan bir hak talep etmeye hakkı yoktur. Bilakis daima O’na şükretmelidir. Çünkü mülk O’nundur, insan O’nun kuludur.”8 “Yine bazı ahlâksızlar var ki bir aynada güneş görse aynayı sevmeye başlar. Karşı konulmaz bir hisle onu muhafaza etmeye gayret eder ki, o aynadaki güneşin şuası kaybolmasın. Ne vakit güneşin aynada kaybolduğunu görse o zaman bütün muhabbeti gökteki güneşe çevrilir. O vakit anlar ki, aynada görülen güneş aynaya tâbi değildir. Belki güneş, o aynada güneşin görüntüsünü meydana getiriyor. Güneşin bekası ayna ile değil, aynanın parlaması güneşin cilvesine tâbidir. Ey insan! Senin kalbin, hüviyet ve mahiyetin bir ayna gibidir. Senin fıtratında ve kalbinde Allah’a karşı karşı konulmaz bir muhabbet vardır. (Sf.43)Bu Ayna için değil, kalbin mahiyeti için değil, Allah’ın azametine olan muhabbetindendir. Belki o aynadaki tezahüre göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelal’in cilvesine karşı muhabbettir ki, o muhabbeti dünyaya meyleder. O zaman para, evlat sevgili olur. Oysa muhabbet-i hakiki için ş olan insanın bu fâni muhabbetlere meyletmemesi lazımdır. Yoksa kalp ters yönde çalışmaya başlar. İlâhî aşk yerine gaflet, isyan ve dünya muhabbeti belirir. Onun için ey derviş gel, “Yâ Bâkî entel Bâki” zikrini hatmede çek. De ki: ‘Madem Rabbim sen varsın, sen Bâki’ sin. Fena ve yokluk bize ne isterse yapsın, ehemmiyeti yok!”9 4 Rivayetler için bk. Buhârî, iman, 42; Müslim, İman, 95. Ebü Davud, Edeb, 59; Tirmizî, Birr, 17; Nesâî, Bey’at, 31, 41 5 Mesnevî-i Nuriye, s. 79-80 6 Mesnevî-i Nuriye, s. 94 7 Mesnevî-i Nuriye, s. 195 8 Mesnevî-i Nuriye, s. 209 9 Mesnevî-i Nuriye, s. 160 Mürşid ve Mürid Hukuku – MEHMET ILDIRAR Bu yazı 7859 defa okunmuştur.
|
DİVAN-I AHMEDDivan-ı Ahmedi Okumak İçin Tıklayınız.. YÜKSEK LİSANS TEZİTASAVVUF KÖŞESİ
BAZI LİNKLER |
||||||||||||||||||
(c) 2016 www.husamiler.org / Mersin Alt Yapy: MyDesign - Dizayn ve Hosting: Ri-Mer Bili?im |