| ||||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||||
GALERYSİTEDE ARASON YORUMLANANLARSİTEMİZE ZİYARETLER!
|
Tasavvufa Çağırırken20 Eylül 2011, 01:24 ihsan Kaya Tasavvufa Çağırırken, Ahmet Nafiz YAŞAR kaleme aldı, Semerkand Dergisi - AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı. Endonezyalıların mu¨slu¨man bir kumaş tu¨ccarının du¨ru¨stlu¨ğu¨nden etkilenerek İslâm’a yöneldikleri çoğumuzun malumudur. Geçmişte Anadolu’da bu¨yu¨k bir medeniyete kaynaklık eden İslâm’ın, bu topraklara Horasan erenlerinin örnekliğinde tasavvuf neşvesiyle yayıldığını hatırlayalım.
Kurdukları tekke ve zaviyelerde hiç kimseyi ötekileştirmeden insanlara hizmete koyulan dervişler, bir yandan yerleştikleri yerleri, bir yandan da gönu¨lleri imar etmişlerdi. Bunu yaparken belki tasavvufu hiç anlatmadı onlar. Ama bu¨tu¨n mahlukata şefkatle yaklaştılar, adaletten asla ayrılmadılar. Gu¨venilir, maharetli, kanaatkâr ve kararlıydılar. Dervişlerin zu¨ht ve takvasını gören herkes onların lisan-ı hâl ile çağırdığı muhabbet iklimine hiç tereddu¨t etmeden koşmuştu. İnsan nisyan ile malûldu¨r. Unutkandır yani. Du¨nyaya niçin gönderildiğini, ölu¨mu¨, hesap gu¨nu¨nu¨, ahireti unutur çoğu zaman. Beşerdir, şaşar; imtihan gereği önu¨ne çıkarılan yanlış yollara sapıp Sırat-ı Mu¨stakim’den uzaklaşabilir. Bu sebepledir ki İslâm, kardeşlik hukuku çerçevesinde birbirlerini hayra ve hakka çağırma, kusurlarını du¨zeltmeleri için birbirlerine ayna olma sorumluluğu yu¨kler mu¨minlere. Böyle bir sorumluluk, hepimizin ya davet eden ya davet edilen olarak içinde bulunduğu tebliğ faaliyetini, doğruluğu bakımından da dikkate almamızı gerektirir. Kendisine çağırılan şeyin hak ve hayır olması kadar, çağrı yahut tebliğin o hakikate uygunluğu, metodu, u¨slûbu da önemlidir. Çu¨nku¨ usûl ve şartlarına dikkat edilmeden yapılan yanlış bir tebliğin, hem çağırılan hakikati zedelemesi hem muhatapları yanıltması sebebiyle vebali vardır. Hele de bu tebliğ tasavvufa daveti amaçlıyorsa daha bir dikkat ve özen ister. Tasavvuf bir “hâl ilmi”dir Tasavvuf, esasları Kur’an-ı Kerim’de belirtilen ve Rasul-i Ekrem s.a.v.’in “usve-i hasene” olarak uygulamalarını en gu¨zel şekilde örnekleyip hayata aktardığı İslâm’ı, Sahabe-i Kiram efendilerimiz gibi yaşamanın yol ve yöntemini öğretir. Hiçbir mu¨slu¨manın itiraz edemeyeceği böyle bir hayrı tavsiye veya tebliğde niçin özel bir dikkat, özen ve ihtiyat istiyoruz öyleyse? Bu kadar gu¨zel, bu kadar ulvî bir amaca ulaşmayı sağlayan bir terbiye sisteminin nasıl sunulduğu çok mu önemli? Evet, bugu¨n İslâm dairesinde olduğu halde tasavvufa mesafeli duran, hatta din adına karşı çıkan kardeşlerimizden başka, tasavvufu dinde laubalilik gibi anlayan bazı kimselerin varlığı da gösteriyor ki, bu terbiye metodunun nasıl tebliğ ve takdim edildiği önemli. Yanlış anlamalara yol açabilecek mahiyeti ve incelik taşıyan bazı usulleri sebebiyle tasavvufu tebliğde, ister tebliğ eden, ister tebliğe muhatap olan bir konumda bulunalım, ihtiyatı elden bırakmamak gerekiyor. Şimdi bu neden böyledir, önce ona bakalım. Tasavvuf bir “hâl” ilmidir. Tam anlamıyla “kaal”e gelmez, yani söze döku¨lemez. Bir terbiye sistemi olarak merhale merhale yaşanır. Her aşamasında derunî kabullere, hedeflenen belirli tutum ve davranışlara ulaşılır, hâl olarak kesbedilir. Hâli anlatmak zordur. Tadılan bir meyvenin lezzetini, ifade yeteneğimiz ne kadar gu¨çlu¨ olursa olsun, o meyveyi hiç tatmamış olanlara tam manasıyla anlatmak nasıl mu¨mku¨n değilse, tasavvuf atmosferini yaşamayanlara da tasavvufu anlatmak o ölçu¨de zordur. Dil ile anlatılmaya kalkışıldığında ya bir tarafı eksik kalır ya da yanlış anlaşılmalara sebep olacak tarzda maksadı aşan sözler söylenebilir. Hâl kaale gelmiyor Yine böyle olduğu içindir ki hâl sahipleri susmayı tercih eder. Yahut Mevlâna misali, bu husustaki sorulara “Ol da gör!” cevabını verirler. Tasavvufu sözle anlatmaya çalışanlar daha ziyade tasavvuf ehli olmayan kimselerdir. Bunların yazıp söyledikleri, hayatında hiç bal tatmamış birisinin balın tadı hakkında fikir yu¨ru¨tmesine benzer. Muhatapta o konuyla ilgili tam ve sağlıklı bir idrak hasıl edemedikleri gibi, zahiren benzettikleri İslâm dışı bazı inanç veya sistemlerle de ilişkilendirerek tasavvufun safiyetine gölge du¨şu¨ru¨r, kafa karıştırırlar. Balı tadanlara gelince.. Aldıkları lezzetin, mu¨şahede ettikleri gu¨zelliklerin etkisiyle aşk ve şevkleri artar, cezbeye kapılır, vecd ve istiğrak halinde bazen şeriatın zahirine dokunan sözler söyleyebilirler. Genellikle samimiyet eseri olan böyle ölçu¨su¨z sözler de sonuçta tasavvufun dışarıdan yanlış algılanmasına, tartışılmasına sebebiyet verebilir. Tasavvufun millet olarak hayat tarzımızı belirlediği eski zamanlarda, yine dil ile ifadenin zorluğundan dolayı, bu terbiye sisteminin incelikleri mecazlarla, sembollerle anlatılırdı. Yaşadığımız hafıza ve irfan kaybından sonra bugu¨n zihnimizde karşılığı bulunmadığı için böyle mecaz ve sembolleri kullanmak tehlikeli hale geldi. Nitekim bir kısım insanların neyin kastedildiğini anlayıp dinlemeden, gu¨nah hatta ku¨fu¨r saydıkları bazı sembolleri dillerine dolayarak tasavvufu din dışı gösterme gayretkeşlikleri, bu hafıza ve irfan kaybının eseridir. Bunlar hep bir hâl ilmi olan tasavvufun söze döku¨lmek istendiğinde karşılaşılabilecek sıkıntılar. Bir de tasavvufun kendine özgu¨ prensiplerinden kaynaklanan problemler var. Şeyh uçmaz, mu¨rit uçurur Tasavvufta mu¨rşit eksenli bir eğitim esastır. Böyle olmak zorundadır, çu¨nku¨ seyr u¨ su¨lûk denilen manevî yolculuğu, bir rehberin denetim ve desteği olmadan, mu¨ridin kendi başına yapması mu¨mku¨n değildir. Bunun için mu¨rşidin iradesine teslimiyet şarttır. Mu¨rşide bağlılık ve teslimiyet ise muhabbetle olur. Tasavvuf yolunun bağlılarında mutlaka bulunması gereken ve ilk bakışta fark edilen mu¨rşit muhabbetinin bazen ölçu¨su¨ kaçabilir. Yahut mu¨rşidin himmetiyle seyir esnasında mu¨şahede edilen gu¨zellikler, mu¨ridi minnettarlık duygusunu dışa vurmaya zorlar. Bunun sonucunda “Şeyh uçmaz, mu¨ritleri uçurur” hesabı, Ehl-i Su¨nnet itikadına uymayan olağanu¨stu¨ özellikler atfedilerek, mu¨rşitlerin abartılı bir şekilde övu¨ldu¨ğu¨, insanu¨stu¨ varlıklarmış gibi tanıtıldığı olur. İstikameti değil kerameti öne çıkaran bu tutum başka birtakım arızalara da yol açabilir. Mesela hariçteki insanlarda, ahiret saadeti yerine du¨nyalık sıkıntılardan mucizevî çözu¨mlerle kurtulma beklentisi oluşturur. Hastalık veya borçlarından kurtulmak u¨midiyle dergâhlara koşanlar, bazen umduğunu bulamayınca ya da mu¨rşidin beşerî halleriyle karşılaşınca, uğradıkları hayal kırıklığını tasavvufa fatura edebilirler. Olağandışına rağbet, sıradan insanlarda hatta gu¨nahkâr ve inkârcılarda bile göru¨lebilecek istidraç dediğimiz hallerin keramet zannedilmesine neden olur ve kötu¨ niyetli fırsatçılara gu¨n doğar. Bazı mu¨ritlerde göru¨len sorumluluk ihmali ve kayıtsızlığın arkasındaki, “Nasıl olsa mu¨rşidimin himmeti beni kurtarır” dedirten kesin emniyet duygusu da mu¨rşitlere olağanu¨stu¨ gu¨çler atfetmenin olumsuzluklarındandır. Tasavvufta da su¨nnetullah, yani Cenab-ı Hakk’ın kainattaki işleyişi tâbi kıldığı kanunlar esas; bu kanunlara uymayan keramet gibi olağanu¨stu¨lu¨kler istisnadır. İstisnayı ön plana çıkarmak, tasavvufu yaşanılan hayatın dışına itecek ve ondan istifadeyi azaltacaktır. Bazıları reşit olamıyor Mu¨rşit, insanları ru¨şd’e, yani olgunluğa eriştirerek onları reşid hale getiren demektir aynı zamanda. Bu anlam, tasavvufa intisap edenlerin, başlangıçta çocuk gibi göru¨ldu¨ğu¨ne de işarettir. Akledemeyen, önu¨nu¨ sonunu du¨şu¨nmeden ne yaptığını bilmeyen insanların çocuk gibi göru¨lmesi, onları ku¨çu¨mseme ve tahkir niyetinin değil, şefkat ve merhamet nazarıyla bakmanın sonucudur. Tasavvufta halka hizmet Hakk’a hizmet bilinir. İnsan, kim ve ne olursa olsun azizdir. Gu¨nah ve kusur işleyenler dışlanmaz, aksine onlara özellikle kucak açılır. Geçmiş hataları araştırılıp soruşturulmaz, yanlışları yu¨zlerine vurulmaz, Mevlâna gibi, “Ne olursan ol, gel!” çağrısıyla hepsine itibar edilir. Tasavvufun başlangıçtaki bu mu¨samahası, namaza alışsın diye camiye getirilen çocukların namaz esnasında arka saflardaki haylazlıklarını görmezden, duymazdan gelmeye benzer. Nasılsa geldikleri gibi kalmayacaklar, zaman içinde bu¨yu¨yu¨p olgunlaşarak yanlışlarını du¨zelteceklerdir. Fakat bazıları yaşı ne kadar ilerlerse ilerlesin bir tu¨rlu¨ bu¨yu¨mez, çocukluk hallerinden kurtulamaz, reşit olamazlar. Daha kötu¨su¨, tasavvufu kendilerine başlangıçta gösterilen mu¨samahadan ibaret sanıp çocukça davranışlarını yaşanması gereken manevî haller gibi takdim edebilirler. Ortaya, mu¨kellefiyetlere oyun ve eğlence gibi bakan, dinin emir ve yasaklarını çok da umursamayan tasavvuf ekolleri çıkar böylece. Siz bu¨tu¨n bunlara bir de maksatlı yayınların irtica paranoyasıyla zihinlere yerleştirdiği tasavvuf, tarikat, şeyh tasavvurlarındaki olumsuzluğu ekleyip “Hangi tasavvuf?” ya da “Hangisi tasavvuf?” diye sorun. Alacağınız cevapların çokluğu ve çeşitliliğinin çok ince bir dikkati gerektirdiğini, bu konuda ihtiyatlı davranmanın ne kadar önemli olduğunu siz de fark edeceksiniz. Ölçu¨: Su¨nnet’e bağlılık Hal böyle ise, bize teklif edilenlerin hangisi gerçek tasavvuftur, nerden bileceğiz peki? Yahut tasavvufu tebliğ edeceksek, yanlış anlamalara meydan vermemek için bunu nasıl yapmamız gerekiyor? Buraya kadar pek de iç açıcı olmayan bir tablo çizdiğimizin farkındayız. Meselenin ne kadar dikkat istediğini göstermek için böyle yapmak zorundaydık. Ama endişeye mahal yok. Çu¨nku¨ tasavvufî yollardan hangisinin doğru olduğunu gösteren çok kesin ve şaşmaz bir ölçu¨ var: Su¨nnet-i Seniyye’ye bağlılık! Söylenenler, yazılıp çizilenler, iddialar hiç önemli değil. Bir tasavvufî yapının, mensuplarını İslâm ahlâkıyla ahlâklanmaya, dinin emir ve yasaklarından sapmadan istikamet u¨zere olmaya, Su¨nnet’e uymaya sevk edip etmediğine bakmak yeterli. Tasavvuftaki sâdât silsilesinin mutlaka Hz. Peygamber s.a.v.’e dayandırılması, O’nun su¨nnetine uyma, O’nun izlerini takip ederek yol alma niyet ve kararlılığının da ifadesidir. Dolayısıyla Su¨nnet duyarlılığı, sahih tasavvufun en bariz alâmetidir. Aynı ölçu¨ bir mu¨rşidin velâyetinin de göstergesidir. Tasavvufa yönelme niyetinin eyleme dönu¨şmesi, dergâh tercihinden ziyade Allah dostu kâmil mu¨rşit arayışı şeklinde olur. Doğrusu da budur. Fakat irşat iddiasında bulunan birinin kâmil mu¨rşit olup olmadığına dair delil, zannedildiği gibi keramet değil, istikamettir. Sâdât-ı Kiram’ın tamamı istikametin, yani Sırat-ı Mu¨stakim’de Su¨nnet’e titizlikle uyarak, her ne olursa olsun duraklamadan, sağa sola sapmadan yu¨ru¨menin kerametten u¨stu¨n olduğunu söylemişlerdir. Kerametin velayete delil olmadığı, evliyaullahtan zatların, mu¨rşid-i kâmillerin hepsine keramet verilmemesinden bellidir. Kendilerinden hiç keramet sâdır olmayan veliler de vardır. Tebliğ sorumluluğundan kaçamayız Tasavvufun bir hâl ilmi olması ve Su¨nnet’e bağlılıkla tezahu¨r etmesi, tebliğinin de sözden ziyade hâl ile yapılmasını gerektirir. Örneklik, her zaman en etkili tebliğdir. Tarih boyunca böyle olmuştur zaten. Endonezyalıların mu¨slu¨man bir kumaş tu¨ccarının du¨ru¨stlu¨ğu¨nden etkilenerek İslâm’a yöneldikleri çoğumuzun malumudur. Geçmişte Anadolu’da bu¨yu¨k bir medeniyete kaynaklık eden İslâm’ın, bu topraklara Horasan erenlerinin örnekliğinde tasavvuf neşvesiyle yayıldığını hatırlayalım. Kurdukları tekke ve zaviyelerde hiç kimseyi ötekileştirmeden insanlara hizmete koyulan dervişler, bir yandan yerleştikleri yerleri, bir yandan da gönu¨lleri imar etmişlerdi. Bunu yaparken belki tasavvufu hiç anlatmadı onlar. Ama bu¨tu¨n mahlukata şefkatle yaklaştılar, adaletten asla ayrılmadılar. Gu¨venilir, maharetli, kanaatkâr ve kararlıydılar. Dervişlerin zu¨ht ve takvasını gören herkes onların lisan-ı hâl ile çağırdığı muhabbet iklimine hiç tereddu¨t etmeden koşmuştu. Temsil yoluyla tebliğ ağır bir sorumluluktur ama kaçışı da yoktur. Tasavvuf ehliyseniz eğer, tebliğ benim u¨stu¨me vazife değil diyemezsiniz. Siz farkında olsanız da olmasanız da, kılık kıyafetinizden tutum ve davranışlarınıza, insanlarla mu¨nasebetinize kadar her tavrınız, bağlı bulunduğunuz tasavvuf ekolu¨nu¨n tebliğidir. Bundan kaçınmak, Allah’ı kullara, kulları da Allah’a sevdirmek suretiyle Allah katında en sevimli kullardan olabilme fırsatını kaçırmak demektir. Bu sorumluluğu tevazu yahut vebal bahanesiyle terk etmek de doğru olmaz. Hâl ile temsil veya tebliğ, övu¨nmek için değil, kendimize çekidu¨zen vermek için fırsat bilinmelidir. İçinde bulunduğumuz hizmet faaliyetine bizim yu¨zu¨mu¨zden suizan edilir endişesiyle geri durmaktansa halimizi du¨zeltmeyi tercih elbette daha hayırlıdır. Tariflerle tahrif etmemek için “Tasavvuf gu¨zel ahlâk ve edepten ibarettir.” denilmiştir. Ahlâk ve edebimizle örnek olmak esastır, ama bu tasavvuftan hiç söz etmeyelim demek değildir. Bazen sorulara cevap vermek, bir yanlış anlamayı du¨zeltmek gerekebilir. Hatta tasavvufa çağrı da madem ki hayrı tavsiye maksadıyla yapılan bir tebliğdir, muhataba bunun neden ve nasıl bir hayır olduğunu anlatmak mecburiyeti vardır. Esasen bu terbiye sisteminin maksadından, metodundan, usûl ve erkânından değil; terbiye su¨recinde yaşanan hallerden, kalbe gelen ve havâtır denilen ilham veya hislerden bahsetmek sakıncalı sayılmıştır. Bu nedenle tasavvufta seyr u¨ su¨lûk esnasında vâkıf olunan hallerin mu¨rşitlerden veya onların izin ve ehliyet verdiklerinden başkasına anlatılmaması tembihlenir. Hâl veya havatırı uluorta açık etmek, hem bir övu¨nme gayretinin eseri sayıldığı, hem de yanlış anlamalara yol açabileceği için hoş karşılanmaz. Kaldı ki bu hâl ve ilhamların rahmanî mi yoksa şeytanî mi olduğunu mu¨rşid-i kâmillerin mihengi belirler. Mu¨rşit zarureti biraz da bunun içindir. Sözden sakındırılmamızın bir diğer sebebi, tasavvufun İslâm’ın dışında veya ötesinde bir inanç sistemi gibi algılanabileceği kaygısıdır. Sizin böyle bir kabulu¨nu¨z olmasa bile yaptığınız her tarifin, ifade yetersizliği yahut yaşanan kötu¨ tecru¨belerin etkisiyle yanlış anlaşılması ihtimali vardır. O halde tasavvufu tarif ve izah edecek olanlar, hem kendileri hata yapmamak, hem başkalarının itirazlarına mahal vermemek için öncelikle tasavvufun zeminini iyi bilmek zorundadırlar. O zemin, Ehl-i Su¨nnet akaididir. Ehl-i Su¨nnet akidesine ters du¨şen hiçbir şey tasavvuf olamaz. Öyleyse bu inanç zeminine hakim olmadan tasavvufu anlatmaya kalkışmamak gerekir. Nitekim Ehl-i Su¨nnet çizgisindeki bu¨tu¨n tasavvuf kollarında, kendilerine irşat vazifesi verilecek olanlar, daha önce mutlaka fıkıh, tefsir, hadis gibi din ilimlerinden geçirilmişlerdir. Önce olmak, sonra oldurmak Hz. Mevlâna k.s., “Ku¨pu¨n içinde ne varsa, dışarı o sızar.” buyuruyor. Niyetimiz halisse, tevbemizde samimiysek, Kur’an ve Su¨nnet’ten beslenerek u¨zerimize farz olan din ilimlerini hakkıyla tahsil etmişsek; ibadetlerimizi aksatmıyor, derslerimizi zamanında yapıyor, kalbi Allah’a bağlamak için tasavvufu bir arınma ve temizlenme imkânı olarak göru¨yorsak, bu¨tu¨n bunlar hâlimizi de kaalimizi de gu¨zel kılacaktır. Yok eğer dışarıya ham sözler, çiğ davranışlar sızıyorsa, içerideki problemin halledilemediğine, henu¨z olgunlaşılamadığına işarettir bu. Oldurmayı değil, olmayı öncelememiz gerektiğini söyler bize. Her hayır tavsiyesinde olduğu gibi tasavvufa çağrıda da önce olmak, sonra oldurmak esastır. İstikamet Nedir? Davetin Şartları Menkıbe Anlatmaktan Maksat Bu yazı 7522 defa okunmuştur.
|
DİVAN-I AHMEDDivan-ı Ahmedi Okumak İçin Tıklayınız.. YÜKSEK LİSANS TEZİTASAVVUF KÖŞESİ
BAZI LİNKLER |
||||||||||||||||||
(c) 2016 www.husamiler.org / Mersin Alt Yapy: MyDesign - Dizayn ve Hosting: Ri-Mer Bili?im |